13 Kasım 2014 Perşembe




Zamanı duymak istiyorum.
Yelkovanın ilerlediğini hissetmeliyim,
Yoksa tadacağım; 
Sensizlikten ölmek nasıl bir şey…
Oysa ölmemeliyim.
Daha nice senli an var beklediğim.
Şarkılar dinleyeceğiz daha.

Sarılacağım, sarsılacağım duraklar var.
Yol var egeye doğru, biraz antik…
Kıskançlık krizleri var, yaşayacağımız.
Seni daha çok sevmek var…
Seveceğim, ama şimdi zamanı duymak istiyorum.
Göz bebeklerinde büyüdü yüreğim…
Attığım adımlar boşlukta kaybolurdu hep,
Ayak izlerim yoktu benim…
Şimdi, sana geldiğim yollara saplı derin ayak izlerim.
Çamurlu yollardan;
Peşine takıldığım o güçlü adamın ayak izlerine basarak,
Kirlenmeden yürümeye çalışan çelimsiz bir çocuk gibiyim.
Artık daha hızlı dönüyor dünya…
ve de en güzeli;
Artık; “artık” diye başlayan cümleler kurabiliyorum.
Bu hayata ortasından başladım belki;
Belki sana biraz/bayağı geç kaldım,
Ama bütün bitişleri bitirdim de geldim.

Başka bir bitişe yer yok artık bu ‘sen’li hayatımda benim…

                                                 İstanbul
                                                 14.09.2014
                                                 

30 Kasım 2013 Cumartesi

Benim Hala Umudum Var

Her gün ölüm haberleri gelirken, genç bedenler yitip giderken, tabutlara sığmayacak kadar acı ve gözyaşı var... Dünyanın dört bir yanında birbirine kurşun sıkan yürekler, çocukların ayakları altında patlatılan bombalar, ateş düşen aileler,  kaybolan hayaller... İnsanlık kendi fitilini ateşliyor.. İnsanlık kendini yok ediyor.
 
İnsan kendini yok ederken, çevresini de yok ediyor. Ruhlar boşlukta kayboluyor, dünyadan çok uzaklara kaçmak istiyor. Dünya, insanlardan silkiniyor. Artık daha fazla taşıyamıyor. Sürekli kırbaçlanan at misali, bedenini yiyip bitiren insanlığa daha fazla ev sahipliği yapamıyor. 

 
Evren ve evrendeki tüm yaşam formları şaşkınlıkla dünyayı izliyor... 
Gözler kör, yürekler sağır... Paraya, maddeye tapan kalabalıklar, daha fazlasını almak ya da gelecekteki tüketimleirni sağlama almak için yeni kaynaklara yöneliyor. O kaynakların üzerinde yaşayan canlıların bir önemi yok. Çocukluğumun efsane oyunu Packman gibi açgözlü, doyumsuz,  bencil... Politika sahnesi, en banal tiyatro oyunundan da beter. Manşetlerde, demeçlerde beceriksiz yalanlar...
 
Fakirlik, açlık, acı, gözyaşı dört bir yanımda... Ne için yürüdüğünün, hatta neden öldürdüğünün ya da öldüğünün farkında olmayan kalabalıklar... Sadece haberlerde izlediğim değil, yanıbaşımda sokağımda, şehrimde, kapı komşumda tanıklık etiğim yoksunluklar, travmalar, kaybolmuşluklar..


Kulaklarımı ellerimle kapatıp, gözlerimi yumabildiğim kadar yumup nefesimi tutmak istesem de zaman zaman; benim hâlâ umudum var. İnsana, insanın yarattıklarına inancım hâlâ yaşıyor. Bazen yoluma çıkan elindeki şekeri bana uzatan çocuğun gözlerinde, bazen otobanın kenaarında açan çiçekte, bazen sebepsizce gözlerimin ta içine bakıp gülümseyen genç kızda aslolanın özü var. Sevgi var... Belki sana bile naif gorunen, ‘insanlar ölürken sen hâlâ sevgi mi diyorsun’ dedirten tek umudum, tek gerçeğim. 
 
Kim olduğun, neye inandığın, nerede doğduğun, dinin, dilin, ırkın umurumda bile değil. Benim için yüreğinde ne taşıdığın, sana, bana, dünyaya, etrafındakilere ne yansıttığın var... Gerisi senin, benim dünyam. Hiçbir inanç, hiçbir doktrin ölümü haklı kılamaz benim dünyamda... Kaybedenlerin yerle bir olduğu zaferleri de, tıkabasa tok olmanın karşılığının aç insanlar yaratmak bedelinin de yeri olmadığı gibi...

Biliyorum yorgunsun, korkmuşsun, belki de kaybolmuşsun. Sen, ben, biz yüreklerimizi açtığımızda, karanlık ormanda aniden yakılan bir fener gibi, dünyaya aydınlık dolacak. Yarın değil, şimdi... En yakınımızdan, kendi sevdiklerimizden başlayarak gerçeği yaşamak ve yaşatmak. Gerçekten sevmek, gerçekten paylaşmak, sığındığımız korku duvarlarından atlayarak görünür olmak...  


Benim hâlâ umudum var. Hâlâ bu satırları okuyan sana inancım var... Benim hâlâ umudum var... Bu evreni yaratanın, yüce mimarın, bu evrene er ya da geç müdahale edeceğine inancım var...
                                                    30.11.2013
                                                    İstanbul

23 Nisan 2013 Salı

                     GİTMEK İSTİYORUM

   Rüyalarımı bir ben biliyorsam, anılarımı sakladığım yerlerinden çıkarıp bulabilecek tek kişi bensem, öldükten sonra benden başkası olmayacaksa yanımda; şimdi de öyle yalnız kalmalıyım. Doğrusu da bu zaten; "ben yalnızım". Bu kadar acı "tek kişilik" ise o kişi düpedüz yalnızdır...Acı; gel, çek.
   Öteki olduğumda eylemlerim daha fazla bana ait...onlar diğerlerinin eylemleri olduğu zaman...öteki olduğumda; kendimi bırakıp, kendimi diğerlerinin içinde ararım, var olmayanların içinde. Eğer yoksam; diğerleri bana tüm varlıklarını verir; ki hayır orada ben yokum. Oysa "biz" her zaman biziz. Hayat öteki; her zaman orada daha uzakta; her zaman senin ve benim ötemizde bir ufuk...ve yüzümüzde icat edilen bir maskeden ibaret sadece; bizi yabancı ve ölü kılan.
   Düşündüğüm her kelimeye ayrı anlamlar yüklesem de kurduğum her cümlede olgusunu yitiriyor. Susuyorum. Nasıl bir arka fonu var ki hayatın; yedi ana renk betimlemeye çalışsa da hep siyah bazen de bir adım ötesi gri...ve bilinmeyen bir siluetten ibaret; her zaman burada karanlık...
   Güneş gözlerimin içinde olmasına rağmen henüz yanaklarıma dokunan gözyaşlarımın buharlaşması...Gölgem uzandığım yerleri yiyor...Rüya görmek, bağırmak, düşmek ve bir sonraki güne uyanmak nereye gidersem gideyim hep aynı...her zaman burada karanlık...Bir yer arıyorum; uzakta bir yer. Nerede bilmiyorum; senden uzakta, benden uzakta..
   Sözler canını yakıyorsa, suskunluk;öldürüyorsa, realite; gittikçe kurguya dönüşüyorsa, sesler; bir türlü bütünleşip melodi olamıyorsa, en güzel sandığın notalar; detoneliği aratmıyorsa, gerçek olamıyorsan, sahip olamıyorsan; her şey anlamsız...Tabiattaki renkler, en hisli cümleler, en büyük yürekler acıtıyor...Boşluğun her bir parçası; tenine batıyor.

                                                      23.04.2013
                                                      İstanbul

26 Ocak 2013 Cumartesi


  VAR-YOK
“Kimsen var mı?” diye sordum.
“Yok.” dedi.
“Evin de mi yok?” dedim.
“Yok.” dedi.
Sesim dönüp dolaşıp çarptı kendime.
Aslında bunu çok sık yapmıyorum.
Neyi?
Kendi kendime konuşmayı.
Sanırım yine yaptım.
Çoğu zaman, her şey filmlerdeki gibi gelişiyor aklımda. Fon müziği… Ortama göre, insanlara ya da ruh halime göre. Evet, özellikle ruh halime göre. Mesela az önce kendi kendime konuşurken “strawberry fields forever” çalıyordu fon müziği olarak. Oysa ben fon müziği olarak “strawberry fields forever” çalan filmlerden hoşlanacağımı düşünmezdim. Fon müziği olarak “us and them”çalan bir film izlemek isterdim hep. Evet, hep istedim bunu. Böyle bir film var mı acaba?
“yok.” dedi.
Kim?
Bilemiyorum artık bununla nasıl başa çıkılır. Adım atsam ses duyuyorum. Sağa bak ses, sola bak ses… Sessizliği özledim. Ben aslında sessizliğin nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum. Sanırım hiç kimse-hatta benden yaşça büyükler- bile bilmiyor olmalı sessizliği. -fakat hatırlayamadığım- en derin sessizlik annemin karnında geçirdiğim dokuz ay boyunca beni saran sessizlik olsa gerek. Artık hiçbir yer sessiz değil. Mesela odam. Benim odam hiç sessiz değil. En olmadık anlarda hp laptop’umun motoru devreye giriyor örneğin. 
Kim o?
Kim kim?
Ne oldu yine? Biri bir şey dedi sanırım. Yazarken düşünmek ne zor.Sessiz kalamayınca zorlaşıyor her şey. Laptopumun motoru diyordum en son. Evet, laptop’umun motoru. Laptopumun motoru olmasa birisinin sesi(!) devreye giriyor. O da suyumu soğutuyor… Görüyorsun işte, modern insan için sessizlik
“yok.”
  Kesin sesinizi artık! yeter! nereden buluyorsunuz konuşacak bunca şeyi? Ben çok konuşmam aslında. Çok konuşmaktan ve çok konuşanlardan haz etmem. İnsan belli bir süreden sonra ya tekrarlar ya da saçmalar zaten. Çok konuşan çok şey bilen değildir yani. Susan da konuşacak bir şey bulamadığı için susmaz. Yağmur mu yağıyor ne? Oysa havada tek bir bulut bile
“yok.” dedi.
O dedi. Ben değil. Ben bir şey demedim. Hatta epey güzel bir hava olduğu bile söylenebilir şu saatte. Çevremde olup bitenlerin farkında olmak istiyorum. Hem zaten ölümden korkmuyorum aslında. Ölmek de doğal bir şey sonuçta. Hatta ölümün doğallığını, hayatta doğal olmayan bir çok şeye yeğlerim. Ama aslında olmayan düşüncelerimin beni köşeye sıkıştırdığı nokta da işte tam burası. Bu büyük bir sorumluluk. Sırtında dünyayı taşıyan atlas’tan farkım yok. Oysa belki dünya da
“yok.” dedi.
“var.” dedim.
  Ölümden korkmuyorum aslında. Ben sadece karanlıktan korkarım. Küçük bir kızın en çok korktuğu şeydir karanlık. Korkmayanları da hep kıskandım. Oysa karanlıktan korkulacak ne var ki? Karanlıktan korktuğumu düşünmediğim zamanlarda karanlık hakkında ne düşündüğümü sorsanız; karanlığı sevdiğimi bile söyleyebilirim. İşte bu kadar sinsi bir korku bu. Diğer bütün korkular gibi. Ölüm korkusu örneğin. Ölümden korkmuyorum aslında. Ben sadece karanlıktan korkuyorum. Oysa karanlıktan korkulacak bir şey
yok.
  Ayaklar görüyorum. Üzerime üzerime gelen ayaklar. Bir bilinmeyene doğru yürüyen ayaklar. Korkuları olan, kalabalıkta konuşmaktan çekinmeyen, sessizliğin yokluğundan rahatsızlık duymayan ayaklar bunlar. Kokuşmuş bir dizi düşüncelerini gezdirmeye çalışan sürü sürü ayaktan başka hiçbir şey değiliz aslında. Düşüncelerimizde dişe dokunan tek bir tümce bile
“yok!”
Hayat önümüze öyle şeyler sunuyor ki, ölümde bile şaşırmıyoruz artık.Her şeyi çözdüğümüzü, evrenin bizi şaşırtacak tek bir sırrı bile kalmadığını düşünüyoruz. YAŞAM BİZİ ŞAŞIRTMIYOR ARTIK. Olduğumuz gibi yaşamalıyız ne de olsa. Savunmaya gerek
“yok!”
ölüm de
“yok!”
Aslında sen de
“yoksun.” dedim.
"aslında aşk da yok."
dedi.
                                                                                                                                                                  
                                                                                                                     26.01.13
                                                                                                                      İstanbul       

24 Ocak 2013 Perşembe


          Koşuyor Gibiyim

     Kendimden geçmiş bir şekilde koşuyorum. Geçip gitmek ister gibi atmıyorum adımlarımı. Açabildiğim kadar çok açıyorum adımlarımın arasını ama bir o kadar bitişiğe basıyorum. Koşmaktan maksadım, sanki kaçıyorum fakat beni geriye çeken bir şeyler var. Daha hızlı, daha sert, daha sağlam basıyorum sanki bu sefer, uzaklaşıyorum… derken kulağımda yine nefesi.
  Uyanıyorum. derin bir “oh be!” çekiyorum. Gözüm karanlığa uyum sağlamış olmalı, her yer aydınlık ama çok net değil. Kalkıyorum, duvarlara sokularak ilerlemeye çalışıyorum odanın içinde. Sayıklayarak “pencere neden kapalı? açmıştım oysa ki!” diye abuk sabuk söyleniyorum. Kapının yerini biliyorum, orda değil. Dikkatlice bakıyorum, tek bir noktada topluyorum her yeri. Burası, olduğumu sandığım yer değil. Korkuyorum, aynı duyguyu hissediyorum kulağımda. Katı bir el itiyor paniğimi. Koşuyorum, duvar yok. Kapıyı buluyorum, kolunu bulup kilidi açamıyorum…
   Derken, kan ter içinde uyandım. bu gece, az önce hatta; bir kabustan diğerine uzandım. Bir uykudan bir diğer uykuya uyandım. Koştum, tökezledim, düştüm hatta. Son düştüğüm düşümde de sızdım. Kulağımda bir nefesti bu gece. Aşırı soğuk, aşırı hızlı… ve her birinde kurtulduğumu sandım.
   Perdeleri ve pencereyi açmıştım yatmadan, odanın kokusu gitsin diye… rüzgar hafifçe perdeye dokunuyor. Duvarımda sokak lambası ve rüzgarın ışık oyunu.sessizliğimi zorlayıp bir süre izledim. -konserde uykusu gelen çocuklar gibi homurdanarak- salyalarımı günlerdir üstümde olan kazağıma sildim. bir an önce kuruması tercihim, eminim ki birkaç gün daha üzerimde olacak. 
   Tavanda perdenin silueti gözüme takılıyor aniden. sanki koşan bir adam gibi; ince, uzun bir adam: “korkmuş mu?” bakmamaya çalışıp kendimi bunları yazmak üzere tuşlara odaklamaya çalışıyorum. “klavye!… tuşlar!”… yerleri değişmiş, değişmeye devam ediyor hala. hareket ediyorlar, hepsi buğulu. Bazıları hariç.. “k, k, o… koşşş mu!” bir anda bütün gücümle koşmaya başladım, koşar adımlarla, dakikalarca… geçmek bilmeyen dakikalarca koştum sanki...
artık yüzümü ıslatıyor rüzgar. tıpkı kulağımdaki gibi, ağır, çürümüş, buz tutmuş bir nefes kokusu… düşmeyi ve nihayet kurtulmayı planlarken, düşünürken; adımlarım sonsuza giden bir kestirmenin içinde sanki. o ses: “şimdi. Hadi artık!”
-Uyandım. Pencere ardına kadar açılmış. Sokak lambası titreyerek odamın içinde alabildiğine yanıyor. Yatağımdan sıyrılmaya cesaret edemedim. Korkumu yumdum. Tekrar gelmemesini umdum, uyudum.
                                                    23.01.13
                                                    İstanbul         

6 Eylül 2012 Perşembe

 KEŞKE...

  Keşke diye başlamadan önce;"Keşke, keşke demeseydim" dedikten sonra başladı her şey."olsaydı" dedim ve dizildi ardı ardına cümleler. Küçülsem, her gün biraz daha özüme dönsem. Bir şarkıya takılıp kalmasam değiştirebilsem, bir kitabın altındaki cümleye takılıp kalmsam yeni sayfalara açılsam.

  Günler geçmese bazen hep o anı yaşasam. Acıya da sevince de doysam. Ağlamaktan şişmese hiç gözlerim kimse ağladığımı anlamasa ve ben dimdik yürüyebilsem  gözyaşımı sildikten sonra.Kahkahalarımın bir konservesini kurabilsem gönül mevsimim kışa dönünce tebessüm tebessüm kullanabilsem.

  Söyleyemediklerimi kelimelerle duyurabilsem, sesimle duyuramadıklarımı herkese kendi sesiyle dinletsem. Geceler benim olsa bazen yıldızları sayabilsem ve “benim” dediğim yıldızın aynı anda bir sahibini daha bulabilsem.

  Dalgaların sesine kendimi bıraksam ve bir anda kendimi denizde bulsam önce üşüsem titresem sonra denizde sonsuzluğu hissedip içimdeki bana kulaçlar atsam.


  Yarını da dünü de unutsam "şu an" deyip derin bir nefes alsam ve verebildiğim için mutlu olsam. Elimi kalbime koysam her atışında aynı ismi duysam gözlerimi yumsam derin bir "oh" çeksem.

Güneş sadece bir gün benim için doğsa o doğmadan uyanıp onun doğuşunu izlesem, sonra kalksam bir sağa bir sola dönsem hatamı anlasam aslında güneşin her gün benim için doğduğunu bilip başımı öne eğsem, pişman olsam.

Tuşlar, fişler, şifreler silinse bir günlük hayatımdan, kendim olsam bana ait bir şey olmasa hiçbir harf hiçbir numara, şifre,  kelime beni özetlemese ben sade olsam. Tek renk olsam bir gün ne mavi ne yeşil ne de kırmızı. Hepsini kucaklayıp beyaz olsam tüm renkler kadar renkli hepsinden arınmış kadar renksiz; sadece beyaz.

Tek melodi olsam her enstrümanda farklı farklı aynı sesi verebilsem değişmeden kalabilsem. Ve kelimeleri tüketmesem sayfalar dolmasa, yazsam yazsam;ama bitmese ve ben son cümleme gelmişken ilk cümlemi unutmuş olabilsem. Bunların hayal olduğunu anlayabilsem gecenin sessizliğine dinletsem.

Keşke diye başlamadan önce;"keşke, keşke demeseydim"dedikten sonra BİTTİ  her şey.                                                                                                              
                                                                                 
                                                       06.09.12
                                                       İstanbul
                                                         

15 Haziran 2012 Cuma

Sefalet Büyüyor...

   On beş bilemedin on altı yaşındalar...İki genç kız.Yerleri süpüren upuzun etekleri giymişler,başları türbanlı,ağızlarının içi tıka basa küfür dolu...Önce "bi ekmek parası"diyorlar,başları yanda,ağlamaklı,avuç açan ellerini gözünüze sokarak."Ayıp değil mi gencecik insanlarsınız"derseniz yüzlerindeki mahcup ifade yerini şiddet dolu bakışlara bırakıyor,bir ağız dolusu küfür sövüp sayıyorlar...Doğrusu öyle çok kir pas da yok giyimlerinde;dilendikleri izlenimini vermiyorlar ilk görüşte...Kenar mahallelerden alışverişe gelmiş iki genç kız gibiler.
    Şaşkınım...Aslında her gün hepimizin yüzlerce kere görüp de başımızı çevirip geçtiğimiz manzaralardan birini yaşıyorum.Yolun ortasında durup bu iki genç kızın davranışlarını izledim...Az önce kendilerine dilenmek yerine çalışmaları gerektiği imasında bulunan adamın hıncını sağa sola sataşarak çıkarmaya çalışıyorlar...İstanbul'un en kozmopolitan semtinin en işlek caddelerinden biri burası.İnsanlar,araçlar vızır vızır.Arasına iğne düşmez kalabalık,habire çöp üretiyor.Bu yüzden her on beş yirmi metrede bir çöp bidonu bulunuyor.Uzun süre gözlemledim bu iki kızı...Kaşla göz arasında gömüldüler tam önümdeki bidona yarı bellerine kadar eğildiler kim bilir ne bulmak umuduyla orada...Acaba ne var o bidonda,ne buldular diye meraklandığım sırada kızların birinin elinde yarısına kadar içilmiş bir küçük su şişesi diğerinde ise dibinde bir parmak portakal suyu bırakılmış meşrubat şişesi ile çöp bidonunun içinden doğruldular.Hayattan gelecekleri ile ilgili fazla şey beklemedikleri gibi neşelenmek için de büyük beklentileri yok belli ki...Keyifle ağızlarına dikiyorlar artıkları etraflarında akan kalabalığa aldırmadan.Hastalıkmış,pislikmiş zaten akıllarında bile değil...
  İçinden koşarak geçip gittiğimiz için yaşamın seçemediğimiz yüzlerinden biri bu da.Çünkü bencilleşen bir dünyada yaşıyoruz.Çünkü kendimizi kurtarmak için hızlı koşmamız gerektiğini biliyoruz.Biz koşarken geride kalanlara aldırmıyoruz...Oysa varoşlar giderek yaklaşıyor şehrimize.Sefalet    cehaletle büyüyor.Bedeni içeriden çürüten tümörler gibi yerleşiyor toplumun göbeğine.Biz kendimizi kurtarırız sanıyoruz hızlı koşunca.Ama sefalet bize çelme takmak için bekliyor hemen yolumuzun kenarında...

                                                                                                                         15.06.12

                                               İstanbul