23 Mayıs 2012 Çarşamba

ÇIKIŞ YOK...

  İnsanın çeşit çeşit halleri,halden hale geçişleri vardır.Bir de her insanın belleğinde ne yapsa içinden çıkıp kurtulamadığı üstelik de kurtulmaya dair tüm umudunu yitirmiş olduğu 'kuşatılmışlık'halleri saklıdır.Ruhen yaşanabilir bu kuşatma.Olumsuz bir duygu umutsuzca gelir yerleşir beyninize.Yaşam ölümün kıyısına gelir gelir gider.Gökkuşağını boya deseler eliniz bir tek griye gider.Ne siyah ne beyazdır sizin için evren;içinde ne kesin bir varoluşa ne de yok oluşa dair bir emare barındırmayan,sizi kaosun eşiğine iten,umutsuz bir gridir ruhunuzu ele geçiren...
   Yaşama dair tüm umutlarınız soğuk plastik poşetlere doldurulmuş,beyninizin en ücra köşesinde dondurulmuştur adeta.Aldığınız her nefesin ardında 'bu mu son'diyerek verirsiniz nefesinizi.Yeryüzünün en büyük ihanetine uğramış gibi hissederken kendinizi,kimliği meçhul bir el çekip almıştır içinizden yaşama hevesinizi...Kimi zaman da mekansal bir kuşatma ile karşı karşıyadır insan.Ruhun kuşatılmasından daha fecidir.Çünkü çevrenizdeki binlerce kişi de bu kuşatmanın içindedir.Kuşatmadan kurtulma çabalarınız aranızdan birinin feci şekilde yaralanmasıyla biter.
  Orjinal adı 'cube' olan,sinemalarda küp ismiyle oynayan bir film vardı.İç içe geçmiş ve her biri birbirine bir kapı ile bağlantılı olan küp şeklindeki odalardan oluşan devasa bir küpler yığınıydı filmin tek mekanı.Özelikle devam olarak çekilen 2.bölümüyle ruhsal ve mekansal kuşatılmışlığın çarpıcı etkisini çok vurucu anlatmıştı.İşte o filmdeki kuşatılmış insanların hesapsız vahşetinde sanki bugün ülkemizdeki insanların hisleri vardı...İnsanın aidiyet duygusunu kaybettiği noktada ortaya çıkan  'karmaşa' bencilce duygulara sevk ediyor insanı ve 'öteki'lerle dolduruyor etrafını.Şimdi sokakta karşı karşıya gelen iki insandan birisi düşünüyor "acaba karşımdaki tehditlerimden hangisi"?Bir zamanlar sorgusuz sualsiz bir ülkeyi bir sevda türküsünü paylaşıyorduk;şimdi her biri ayrı ayrı kapanlara kısılmış,açtığı her kapının bir başka bilinmeze aralandığını bilen,yarının güzel şeyler getireceğine inanan insanlar olduk...Yarın başka bir güne uyanmak için yatıyoruz her gece uykulara sahiden ama 'ÇIKIŞ YOK'diyor geriye akmayan zaman;eksilterek bir sayfa daha takvimlerimizden...
                                                  21.05.12
                                                   İstanbul 

13 Mayıs 2012 Pazar

Özlüyorum...

  Keşkeleri vardır ya insanın büyüdükçe artan keşkeler...Herkesin vardır elbet ama benim biraz daha fazla sanki ve biliyorum ki keşkeler hayatınızda ne kadar fazlaysa yanlış seçimler yapıyorsunuz demektir ben de öyle yaptım galiba hem de pek çok kez.
  Lisede olsaydım keşke diyorum.Okulun aklı beş karış havada,asi,sorumsuz kızı olarak kalsaydım.Müdür yardımcısı her sabah etek boyum kısa olduğu için kapının önünde bekletip nutuk atsaydı;biyoloji hocam 28 kişilik sınıfta 24 kişi ders çalışırken biz çalışmadığımız için bize çemkirseydi;din kültürü hocam"senin gibi dinsizi bu dersten geçirirsem Allah cc.beni cennetine almaz"diye her sınav sonucumu açıklarken sitem etseydi.Ceyhun,Cüneyt,Mehmet,Merve ve ben hiç kopmasaydık birbirimizden hep kanka olarak kalsaydık.Onlar gibi saf,çıkarsız sevgi dolu,temiz kalpli arkadaşlarım olamadı bi'daha...
  Babam hep ders çalışmadığım için bana kızsaydı;annemle alışverişe gitseydik hep,dershaneyi ekip hafta sonları Eskişehir'e gitseydik bizim tayfayla.Keşke hep o çılgın kız olsaydım;hiçbir şeyden korkmayan,kafasına koyduğunu yapan,deli dolu kızı özlüyorum.O mutsuz aile ve 7/24 ders çalışan arkadaş ortamında  bile mutlu olmayı başarabilen kızı özlüyorum...Havalı görünen ama bir o kadar da sıcakkanlı kızı özlüyorum...
   Tiyatro grubumuzu;hem yazıp hem oynadığımız oyunları özledim.Olmuyor olmuyor diye bağıran Hasan hocamı özledim...Seçme zamanı beni de ekibe al diye çikolatalı gofret ısmarlayan çömleri bile özledim.Kamerayla bütünleşen Yasin abimizi,kostüm odasındaki kostümleri bıkmadan usanmadan toplayan Ayşe ablamızı özledim.Bu ekibi özledim...(Emrecan,Kadir,Hacer,Ceyhun ve Mehmet)
   Müzik derslerini özledim.Baterinin başına geçip herkesin kafasını şişirdiğim;mikrofonu elime alınca da herkesi kendinden geçirdiğim günleri;müzik dinletilerini;gitarda Mert'i,elektrogitarda Gökhan'ı,basta Burcum'u,bateride Oğuz'u özledim...
  Sinema günlerini özledim.Bir hafta boyunca film afişini bastırmak,film seçmek,duyurmak,oynatmak için koşturduğum ve cuma akşamları oturup keyifle   izleyen insanları görünce o yorgunluğumun bir anda kaybolduğu günleri özledim...
  Hatta o zorlu geçen sınav haftalarını ve deneme günlerini bile özledim.Herkesin yusuf yusuf olduğu;bizim tayfanın bitse de kantine insek modunda sınava girdiğimiz,sonuçlar açıklanınca bi'dahakine çalışırız dediğimiz ama hiç çalışmadığımız,nefret ettiğim ders geometriye girmemek için her hafta prison break'ı aratmayan kaçış planları yaptığımız o günleri özledim...
  Evimizi özledim...Her sabah geç kaldığım için servis şoförünün korna sesine dayanamayıp paldır küldür inerken düştüğüm merdivenleri,benim tenis masası olarak kullandığım normalde yemek ve babamın bana nasihat vermek için kullandığı o masayı,hiçbir zaman kimsenin aradığını bulamadığı ama düzensizlik içinde bir düzenin olduğu o odamı,her hafta 2-3 film kattığım arşivimi,tozlarını kimsenin almasına izin vermediğim kitaplarımı,duvarların rengini kimsenin tahmin edememesini sağlayan posterlerimi,odaya mistik bir hava veren kazulet'i(abajur),pembe ayıcıklı terliklerimi,kapağını açınca kıyafetlerin altında kalacakları korkusuyla kimsenin açmaya cesaret edemediği gardrobumu,üzerinde hiç ders çalışmadığım ama adı ders çalışma masası olan masamı,iki de bir duvardan düşen gitarımı,bangır bangır sesiyle herkesi canından bezdiren müzikçaları,tıknaz'ı(çalarsaat),hatta kavgaların koptuğu  o salonu  bile özledim...
  Hayatında hep hüzün ve gözyaşı olmasına rağmen kapıdan dışarı çıktığı an dünyanın en mutlu insanıymış gibi davranabilen o küçük ama dünyanın yükünü omuzlarında asilce taşıyabilen o gururlu kızı özledim...Babamın bir konuşmasında"şu kıza hiçbir şey öğretemedim ama gururlu,başı dik olmayı öğrettim ya ölsem de gam yemem"dediğini hatırlıyorum.Cümledeki o kızdan eser kalmadı artık...Geçmişe götüren bir makine olsa hiç düşünmeden giderim.Çünkü kaybedecek hiçbir şeyim yok.Şu 3 yıl benden hep bir şeyler götürdü...ve  biliyorum ki hiç bir şey eskisi gibi olmayacak..Şimdilerde ne bir ailem,ne eski arkadaşlarım,ne o zamanlardaki enerjim ne de sağlığım var ve bir karar verdim gidiyorum...binbir umutla geldiğim bu şehirden mutsuz,üzgün ve kırgın olarak ayrılıyorum...ne olacak inanın ben de bilmiyorum...
                                                         14.05.12
                                                         İstanbul                                                                     

1 Mayıs 2012 Salı

  Merhaba anne;

  Saat üç olmuş...bu yazıyı okuduğunda aklına'bu ne şimdi?'sorusu gelecek,biliyorum.Ne yazdı acaba diye yarım yamalak,biraz heyecanlı,biraz eksik,biraz da korkarak okuyacaksın.Belki o güzel gözlerinden bir iki damla yaş akacak...Açık olalım;bir iki damladan fazlası olacak ama amacım ne seni üzmek ne de canını yakmak.Bunu bil yeter.Bu gece hiç uyumadım.Uyuyamıyorum anne!Aklıma düştün bu gece ve 20 yıllık hayatımda sana dair hiç bir şey yazmadığım aklıma geldi.Ne kadar acı...Bir evlat annesine bir şey yazmadan 20 yılı nasıl geçirir?Uyuyamıyorum anne.Sebebi ne inan bilmiyorum.Mantıklı bir açıklaması yok bunun.Sana diyorum ya "yemek yedim anne" diye yemiyorum anne.Günler geçeli çok oldu ve ben hala yemek yemiyorum.Senin yanında kendimi zorlayarak yiyorum ama inan onu bile kaldırmıyor midem.Hayatımda bir şeyler oluyor ama sen bilmiyorsun...Biz seninle çok acı çektik anne.Hem de öylesine acılar ki tarif etmeye kelimelerim yetmiyor anne.Çok suçlandık hem de hiç suçumuz yokken.Çok ağır şeyler yaşadık.Çok yıprandık.Hem de 'en' yakınlarımız yüzünden.Sen şimdi kızarsın bana ama kızma.Kimseye kırgın ya da kızgın değilim.Ama bir şeylerin acısı daha yeni yeni çıkıyor.Daha yeni yeni anlıyorum;parçalanmış hatta paramparça bir aile olduğumuzu.Ama ağır geliyor anne.İnan sana ne kadar ağır geliyorsa bana da o kadar ağır geliyor.Şu kısacık ömrümüzde kan olmamız,yürek yüreğe olmamız,birbirimiz için can vermemiz,tırnağımız kırılsa canımızdan can kopması gerekirken;krizlerde bir araya gelmemiz en çok bizim canımızı yakıyor ki bunu kimse bilmiyor...Denizler aşmamız,dağlar devirmemiz gerekirdi anne okyanusları içip gitmemiz gerekirdi ama yapmadık yapamadık.Siyah olmak gerekirken hep beyazı,beyaz olmak gerekirken hep siyahı seçtik aslında biz griydik anne.Öyle ortada;ne ona ne buna hem ona hem buna...Oysa bizce ya hep siyah ya hep beyaz vardı.En azından benim için öyleydi.Ama hayattan öyle bir sille yedik ki,bizi öyle bir ters-yüz etti ki bizi bir anda griye boyadı ikimizi.Mecbur etti ikimizi 'gri' olmaya.Herkes siyahını beyazını doyasıya yaşarken;bize ise hallaç pamuğu gibi bir o yana bir bu yana savrulmak düştü...Sakın aklına bıktığım gelmesin.Bıkmadım ben bıkmam da.Ama YORULDUM anne yoruldum ben duy sesimi!Beni bir tek sen anlarsın.Bugüne kadar evin hep huysuz,hiçbir şey beğenmeyen,istemedi mi elinden geleni ardına koymayan,cadı serseri kızı...En büyük haykırışlarında aslında en büyük susuşlarını yaşadı.SUSTUM ANNE!Konuşmuyorum...Bağırmıyorum artık.Susarak yaşıyorum;haykırışlarımı,yıkılışlarımı,yok oluşlarımı,paramparça oluşlarımı.SUSUYORUM ve KAYBEDİYORUM.Aslında herkes farkında bunun.Herkes en az benim kadar farkında gerçeklerin...Bambaşka bir şehirde bambaşka insanlara kendimi anlatmaya çalışmıyorum artık.Anlatmaya gücüm yok içimdeki yanlışlığı...Bazı şeyler var söylenmiyor anne.Ben yalnızım aslında paramparça ailenin tastamam görünmeye çalışan en büyük parçası olduğumu anlatamıyorum.Sen annem;güzeller güzelim,kocaman yüreklim,yaşama sebebim;iyi ki varsın...İyi ki o güçlü yüreğin hep yanımda...GRİ KALMAYI HER NE OLURSA OLSUN BAŞARABİLEN VE GRİYİ BU KADAR GÜZEL TAŞIYABİLEN TEK İNSAN;SENİ SEVİYORUM...
                                                           
 14.05.11 
  istanbul